Ayrık



Bir şeylerin bir yerlere varmasını, bir sözün ucundan tutmasını, kendini korkmadan bırakmasını istediğim her vakit, kendimi anlatamamaktan yakınırdım. Kendimi anlatma telaşım, bunca şeyin bir yerlerden dökülüp kahverengiyi yeşile tamamlaması gerektiğine olan zorunlu inancım... Kendimi anlatacağım derken yormuşum ruhumu, uzaklaşmışım kendimden. Ne çok dağıtmışım ortalığı, kendimi bir lisanda toplayıp dökeceğim derken. Şimdi anlıyorum dört nala koşan atın varamayacağı noktayı ve kendimi anlatmak istemiyorum artık. Çünkü vardığım nokta, varmak istediğim nokta olmayacak ve bu karşılıksız savaşta dizginsiz koşan ata yazık olacak. Anlatmanın, kendimin bile duyamadığı seslere dönüştüğünü fark ettiğim yerde bıraktım çığlıklarımı, anlaşılmak istemiyorum ben. Çünkü anlaşıldığıma kendimi inandırdığım her an, ölür benim anlaşılma amacı gütmeyen anlamım. Anlaşılma amacı anlamıma ihanetmiş, anlamımı anlatımın tekdüzeliğine kurban etmekmiş. O yüzden artık anlaşılmak uğruna savaşlar yaratmıyorum, anlaşılmama korkusu beslemiyorum; anlattığım kadarıyla var olmayı tercih edip, anladıkları kadarıyla yok olmayı göze alıyorum. Bilmediğim sulara gemimi emanet etmem, tam dolduramadığım bardağa suyumu dökmem artık. Aralıksız bir ışık gibi yanan anlamımı, insanların anlamamak için direten sınırlı karanlığına teslim etmem. Işığım sönene dek aydınlatsam da, anlamımı geri çektiğim an yine kararacak olan o karanlıkların kendi derdine yanan o ışığı olmayacağım ben. O yüzden anlamımın ışığını bir karanlığın vicdanına bırakmaktansa kendi içime doğrultuyorum ve aydınlatıyorum kendi anlamımı. “Anlaşılmak kendini satmaktır.” diyen Pessoa bir bakıma haklı belki de.

Durum böyle olunca, içimde dünyanın bütün okyanuslarının doldurmaya yetmeyeceği tümceler varken, debisini kaybetmemiş tekdüze akarsular gibi davranmaktan yoruluyorum bazen. Ruhumuza sorulmadan bedenimize biçilip fırlatıldığımız bu “sahne” dünya, her benden ayrık ve yarım repliğinde ruhumu yoruyor haberim olmadan. Bedenimin tanıklıkları ve tecrübeleri ruhumun en büyük ikincilliği olduğu her an, dünyadan biraz daha kayıyor eksenim. Ve dünyadan eksenimin kaydığı her an, ruhum tam oturuyor yerine.

Dışımdaki hayat, içimdeki hayata mülteci muamelesi yaptığı için yükselttiğim her duygu yerini yadırgıyor. Bundandır, hiç bulunmadım toplu tüfekli, gerçek bir savaşta lakin; ben her hâlukarda bir savaşta öleceğim, hem de insanlığın gördüğü, özümsediği, bildiği ama kendine haber vermediği o sönük ve sürerli savaşta. Herkes için böyle değil midir zaten?


Fakat insanlar, var olarak kabullenmeden oluşturduğu unvanı hiçe sayarak, iki ya da üç kez var olmak istercesine birçok unvan edinmeye ihtiyaç duyar genelde. Bilinen bütün dünyevi unvanlar, fani oluşumuzun kanıtı olan mühürlerdir benim fikrimce. Benim unvana ihtiyacım yok, “insan” sıfatı da ruhlarımıza inat nesnelleştirilmiş bir unvan zaten. İnsan... Koyu renkli, kenarları sivri, doğamadığı yerden fışkırmaya çalışan, dikkatsiz ve geçici, tutkulu ama duyarsız bir unvan.

Ruhumuzu, arkadan annesinin iterek ilerlettiği bisikleti kendi sürüyor zanneden çocuklar misali bir farkında olmayışa benzer zorundalıkla beden formunda kattık dünya sahnesine. Bedenimizin seyircisi çok; birbirine çarpıp üzerine su döken, ayağına basıp özür dileyen, nefesini çalan, aynı güneşe ısınan milyarlarca seyirci. Gözlerimize iliştirildiğimiz kadarıyla birbirimizi seyrediyoruz. O kadar kalabalığız ki, biraz daha dikkatli bakmak yetmiyor başkalarının ruhlarını görmeye, inancımız da yok o yüzden. Bedenimizin seyircisi bol, çünkü dünya sınırlı bir yerküre ve hepimiz neden burada olduğumuzu sorgulamayacak kadar alışmışız çokluğun ezici düzlüğüne. Ruhumuzun kendinden başka seyircisi yok, çünkü ruhlarımız parmakla gösterilemeyen yerlerde.

Yerini yadırgamayan bir ruh olarak kalamadığımdandır bütün asabiyetim. Olmalı mıydım? Olmuş olduktan sonra bir önemi yok artık bunun. Olmuşluğumu hak ettiği kadarıyla oldurabilmek, bütün derdim bu. Var olmuşken, içim rahat edecek kadar var olabilmek. Tamlanabilmek kendimde, tamlayabilmek kendimi. Bölmeden bütünleştirebilmek, ölmeden tamamlamak kendimi. Bir ruh olarak kalamadım madem, bedenimin hakkını vermeden gitmiyorum o halde. Vaktim ve bedenim sınırlı, ruhum ise ona inat bir devinimle sınırsız, biliyorum. Var olmak uğruna dünyaya verdiğim her şeyi, var olabilmekle geri alacağım. Var olmakla var olabilmek arasında bir insan bedeni kadar büyük fark vardır, bir beden büyüksündür var olabildiğinde. Ben bir şekilde var oldum ama gerçekten var olabilmiş olacağım öldüğümde. Buradayım, benden öte ve benden ayrı hiçbir şey olmadan; her şey benden ve bana olduğu kadarıyla, bedenim hikayemden sıyrılana dek buradayım.


Dünyayla barıştırabileceğim bir izahım da mizahım da yok. Kendimle yükümlü, dünyaya hükümsüzüm o yüzden. Aynı dili konuşmayan, konuşmak gibi bir beklentisi olmayan, kendini uyum derdiyle bükmemiş ve düzeltmemiş iki tanıdık gibiyiz; farklı yerlere varacağımız aynı yolu yürüyoruz, aynı manzarayı farklı anlamlara yorarak. Var olup gideceğim ve ona bunun için bir bedel ödemeyeceğim, o da benden bir bedel beklemeyecek zaten. Olmasa da olacakken, oluşunu yadsımayacak kadar benimsemiş iki sevgili gibi. O anlamayacak, ben de anlatmamış olacağım, yol bitene kadar birbirimize eşlik edip yol bitiminde birbirimizi unutacağız. O yüzden, var olmak için artık var olmayana dek vaktim var. Acelem yok ama yavaşlayamam.


"İsyan eder gibi açan o çiçek de sensin."
Paylaş:

Benzer Yazılarım:

spacer

2 yorum:

  1. Sözcüklerin arasında kayboluyorum, bir yerde kendimi daha yeni bulmuşken, bir yerde tekrar kendimi kaybediyorum. Zifiri karanlığın sonundaki ışık gibi, görüyorum, gidiyorum ama ulaşır mıyım bilemiyorum. Asıl maksatta ulaşmak değil zaten ışığa doğru yürürken hissettiklerim, yaşadıklarım...
    Kalemine sağlık, bu yazının bana hissettirdikleri çok ayrı, dedim ya sözcüklerin arasında kayboluyorum, yeni yazılarını bekliyorum ve tekrar teşekkür ediyorum.

    YanıtlaSil
  2. Hayatın diyalektiği bu olsa gerek. Ruhum anlasilmak icin cirpinirken farkinda bile degil anlasilacak olanın anlasilmak istemediginin. Belki de umrunda degil kim bilir.. iki zıtlık aynı anda aynı nokta da bulunur mu? Mümkün mü bu fizikte? Değil tabi. Ya da değil mi acaba? Tam da bugün 16 Kasım 2018de fizigin en temel kavramlarinin, yüz yillardir kullanilan bu kavramlarin anlamlari degisti. Fizik yanıldı bugün. Ben de soyleyebilirim artık rahatca; ayni anda ayni noktada iki farklı madde, duygu, his olamaz diyenler halt etmis. Asıl insanı var eden budur, bu zıtlıktır. Bedenim ruhuma ihanet ediyor, ruhum fırsat bulsa beni ifade eden herseye, tüm anlamlara ihanet edecek.
    "Kalanım Uzayda" demis yazarın biri. Bundandır belkide kolumdaki dövmede yapabildiklerimin yer yuzunde, yapamadiklarimin uzayda olması. Satürn'de, Dünya'da, Ay'da... Benim de kalanım uzayda. Bir uçak var mesela Dünya'nın etrafını dolaşan. Yıldızlarım var müzik notalarindan. 1/4'lük ölçüde hepsi. 3/4üm burada, 1/4üm uzayda..
    Bir aynam var yeryüzüne saplanmış iste, kendimi bana hatırlatan her zaman. Kim oldugumu, kim olmadıgımı, kim olduğumu, kim olmamam gerektigini, yine kim oldugumu ama kim olmak istemedigimi hatırlatan. Ruhumun ihaneti de o aynada, aklımın sadakati de.
    MGK

    YanıtlaSil