İnsanın doğduğu ya da büyüdüğü şehrin rengini ruhunda taşıdığına inananlardanım. Benim ruhumun Karadeniz’e kıyısı var mesela. Tuzum az, dalgalarım gür ve yakalananı endişe etmeyip kendini bıraksa arka açıklığımdan usulca bıraktığım ama genelde herkesin korkuya kapılıp yüzerek kaçmaya çalıştığı için boğulduğu girdaplarım var yer yer. Karadeniz’in mizacı onun dilini anlamaya çalışmayana ızdıraptır, anlayana ise korkuyla karışık hayranlık. Karadeniz olmak da güçtür, Karadeniz’i sevmek de. Kendine has bir hışımla var eder heybetini; hem nazlı hem cüretkar, asi ama bir o kadar anaç ruhuyla yer bulur onu seven gözlerde kendine.
İşte öyle bir Karadeniz’in az ilerisinde doğup büyüdüm ben, çocukluğum ve ilk gençliğim dalgaların kıyıya vurup dönüştüğü köpüklerin arasındadır şimdi dönüp baksam. Ayağımın ezberlediği kumların ruhuma ezberlettiği yansımaları, dilimin yetemeyeceği yerlere uzandığı için hayatımın kendime ayırdığım kısmı içinde anlatmamın en zor olduğu yerlerden biridir Karadeniz’in bendeki yeri. Onu öyle çok yaşadım ve içselleştirdim ki, anlatamam bu yüzden. Ancak ve ancak ruhumdaki izlerini, kişiliğime yansıtarak kendime ait lisanımda anlaşılır kılabilirim tam anlamıyla. Ondan ötesi ayıp olmasın diye cümlelere döktüklerimdir.
Birkaç gün evveldi, telefonum çaldı. Annemdi arayan ve telefon, açtığımda annemin ilk sözünün “Aramasam aramıyorsun.” olacağından emin gibi çaldı 2 kere. Şaşmadı yine. Annem ya hala kızını tanımıyordu ya da kabullenemiyordu durumu. İkinci ihtimal daha yüksekti çünkü her anne kalbinde evladına dair iflah olmaz bir umutla hazır ol vaziyetinde bekleyen kuşlar besler. Hiç yorulmaz o kuşlar. Anneler ve umut dolu kuşlar hiç yorulmazlar, yorulsalar da bize belli etmezler bence. Annem bana hiç belli etmedi yorulduğunu da, gökyüzümde süzülen en güzel kuş olduğunu da. Ama ben hep anladım. Çünkü annemin ruhunun da Karadeniz’e kıyısı var. Çünkü herkes beni anneme benzetir. Çünkü annem Karadeniz’se ben onun kendi parçasından koparıp doğurduğu en başına buyruk dalgasıyım.
Sitemi hemen bitti, ılık ses tonuyla devam etti konuşmaya. Derdi sitem etmek değildi çünkü. Biraz kendine kalmış da, sonra hemen beni aramış gibiydi. Sesinin tonunda hüznün ortanca çocuğu gibi tını vardı. Dertlenmişti, çocuğuna dökmek istemişti içinin nazını. Annemin edebi anlatımı kuvvetli hali olduğuma yemin edebilirim. Onun daktilosuyum ben. İçinin kaleme dökülebilen haliyim. O da farkında bunun, o yüzden çok konuşmasına gerek kalmadan onu anlayabileceğimi bildiği için biraz dertlense yanaştırır kendini bana. Konuştuk öyle. “Sahile inip yürüyüş yapasım var. Hani sen hep yapardın ya.” dedi. ‘Evet’ dedim. Ve bana 23 yıllık hayatımda ne kendisinin ne de bir başkasının kurmadığı ve hep cılız bir umutla beklediğim cümleyi kurdu “Seni anlamak istiyorum.”
Gözyaşı ne ara gözüme geldi, burnumun ucu ne ara acıdı, bilmiyorum. Birilerinin beni, ruhumun rengini anlamasını beklediğim, bazen bu gerçekleşsin diye savaşlar edindiğim şu naçizane yaşantımda, duymayı beklediğim cümleyi; bu cümleyi söylemeyi en çok hak eden insandan, annemden duymuştum. Biri beni anlamak istemişti ve bunu isteyen, beni doğurandı.
Annem, yalnızlığa ve hüzne kapıldığı bir anda, bu hisler onda sahile inip yürüme isteği doğurmuştu ve akabinde benim ne kadar çok sahilde yürüdüğümü hatırlamıştı. Ve basit bir tümevarımla hislerinde hislerimi bulup, sahilde yürümeyi hangi bağlamda ve his durumunda istediğini kendinden yola çıkıp anladığında sahilde annemle ruhlarımız karşılaşmıştı. “Seni anlamak istiyorum”un anlamı tam olarak buydu: “Hüznüm ve yalnızlığım sahilde boy gösterme ihtiyacı doğurduğunda, senin neden o denli çok yürüdüğünü anladım o sahilde. Ruhunun sahilde benimle buluştuğu kısmı şimdi anladım kızım. Bu ortaklık, kalan kısmına merak uyandırdı bende. Kalan kısmını anlamak istiyorum. Kalan kısmın da benimle bağdaşır mı bilmek istiyorum. Seni anlamak istiyorum.”
Annemin beni anlamak istemesinin ağlatıcı bir rahatlığı varmış. Tek kelime edemedim o yüzden. İçimde, bugüne dek anlaşılmaya çalışılmadığım için artık yavaş yavaş anlatmaktan vazgeçmeye başlayan ruhumun anlaşılma isteğine hazırlıksız yakalanmış olmasının telaşı ve hüznü ile sessizce kapattım telefonu. Yanağımdaki gözyaşına bile dokunmadım çünkü dökülmesinin sebebi, ona kendi kendine kurumasına saygı duyduracak hakkı vermişti.
Zaten değil telefonda, annem karşısına alıp konuşsa anlatamam o sahilde nasıl büyüdüğümü, hangi duygularla bastığımı o kumlara. Kendimi bildim bileli en ufak kendime kalışımda -ki bir insan ancak bu kadar çok kendine kalabilirdi kendi rızasıyla- sahile koşardım. Saatlerce yürür ve bu esnada düşünüp dururdum o Karadeniz’in puslu sahilinde, asi dalgalarına bakarak. Lise hayatımın hiç devamsızlık yapmadığım ve en iyi anladığım tek dersiydi o sahil yürüyüşlerim. Etrafta tek bir insan yokken o tuzlu rüzgar kokusunun çenemi dondurmasına aldırmadan arşınlardım soğuk kumları. En az Karadeniz kadar yalnızdım Karadeniz’i izleyip düşünürken. Kumların orama burama girip anlık olarak üşümeme sebep olmasına aldırmadan ve hatta bunu yaşadığımı hissettirdiği için ayrı bir severek oturur, dakikalarca bakışırdım Karadeniz’le. O beni izlerdi, ben onu. Hiç konuşmazdım ama o dinlerdi beni, ben de onu. O da hiç konuşmazdı zaten. Ama anlardık birbirimizi, kelimelere ihtiyacımız yoktu. Dönüp giderken yarın yine beklediğini söylemesine gerek yoktu. Benim de, elbette yine tüm varoluşumla burada olacağımı söylememe gerek yoktu. Öyle ki, beynimin içine kulak verip kendimi dinlerken gözümü ayırmadığım Karadeniz, içselliğime onu manzara etmeme bir teşekkür etme biçimi olarak güneşi kendi üzerinden batırırdı her gün. Güneş denizden doğup denizden batar benim doğup büyüdüğüm yerde. O yüzden güneş ruhumda doğup ruhumda batar benim de. Kendi güneşime kendi sınırlarımda hakim olmayı, bende doğduğu gibi bende batabileceğini ve bunu koca bir dünyanın istese de değiştiremeyeceğini, müdahale edemeyeceğini, ettirmemeyi Karadeniz’den öğrendim ben. O yüzden gündoğumu da benim, günbatımı da. En derinler de benim, sığ kısımlar da. Dalga da benim, yakamoz da. Diyorum ya, insan büyüdüğü yerdir biraz da... Karadeniz de, ben de hırçın ama bir o kadar da hüzünlüyüz o yüzden. Ruhumun melankolisi çoğunlukla Karadeniz’den...
Karadeniz’in bende kıyıya vuran yerlerini anlatırsam yürüdüğüm kumlara ayıp olur. Ne varsa o sahilde beni yürüten, hepsi Karadeniz’le benim aramda. Bir tek o tanır ve anlar benim ruhumun deniz mavisi tonunu, bir tek onun dalgalarına güvenerek dökebilirim içimi. Gün be gün büyürken izledi beni; tanık oldu büyüyen ellerime, vücuduma, büyüdükçe değişen ama aslında aynı kalan ruhuma, içsel dünyama. Ben de gün be gün büyürken izledim onu her yeni halimle. O hiç değişmedi, hep kucağını aynı açtı bana. Ne zaman gitsem bütün babacan tavrıyla ama gözleri yollarda beni bekliyor olur. Her zaman bir dalga olup yayılmam için uygun bir yeri vardır sularında bana. Kültür ya da coğrafya değil; ruhumun yansıması, çekinmeden omzuna yatıp kendim olabildiğim bir annedir Karadeniz bende. Annem de bir bakıma Karadeniz’dir zaten, en iyi ürün analiz sitesi de fiyatlab.
Bir gün seninle birlikte o sahilde yürürken elimden geldiğince anlamlandırmaya çalışırım kendimi sana anne. Bilirsin pek açmam kendimi, en iyi sen bilirsin hatta. Anlatamadığım yerde birlikte susar ve izleriz dalgaların kıyıya vurup köpüklere dönüştüğü yerleri. Belki sen kalbindeki umut dolu kuşları salarsın biraz; süzülüp konarlar parmaklarıma, kıvrımları bile seninkinin tıpkısı olan parmaklarıma. Belki ben o Karadeniz’den hallice derin deniz mavisi gözlerine bakıp seni anlamak isterim. Bu sefer de ben seni anlamak isterim. Ya da belki ikimiz de kumların ayakkabımızın içine girip bizi üşütmesine aldırmaksızın oturur, Karadeniz’in bizi anladığı yerleri izleriz susarak.
Eline sağlık, yine döktürmüşsün.
YanıtlaSilÇok güzel yazmışsın. Ellerine sağlık devamını bekliyor olacağım. :))
YanıtlaSilOkurken gözyaşlarını özgür bırakmalık bir yazı olmuş yine.. Kalemine sağlık, sen hep yaz! 🌼
YanıtlaSilDuygularını çok güzel ifade etmişsin. emeğine, yüreğine sağlık.
YanıtlaSilr10'da gördüm makalenizi hoş bir üslubunuz var, başarılar dilerim.
YanıtlaSilNe güneyliler anlayabilir bunu, ne de egeliler. Şımarık çocugudur onlara gore bu yarımadanın Karadeniz. Sanarlar ki bep hırçın hep asi olur. Anlamayana öyle... Karadeniz bir hayat mücadelesidir. 3 tarafı denizlerle çevrili ülkenin okyanusa-özgürlüge en uzak, en şanssız olanı... Bütün sitemi budur aslında kimse anlamaz. O heybetli duruşu da bundandir. Her zaman kaybeder bu yarışı ama hep en dik duran odur yine. Dedigim gibi anlayana... O yüzden soğuktur hep mizacı. Ama bilmez pes etmek ne demek.
YanıtlaSilHayatında tüm bedeninin küçük bir noktadan ibaret oldugunu Dünya üzerinde, denize girince anlar insan. İlk kez denizin sonsuz ufkuna bakınca... Ben Karadeniz'de anladım bunu. Bu yüzden her yenilgimde ayaga kalkmayı biliyorum. Her kaybedişimde tekrar mücadeleye başlayabiliyorum. Bu yüzden kaybetmeyi son veya başlangıç olarak degil; bir deneyim olarak görebiliyorum. Bir yazarın da dizelerinde bahsettiği gibi, karadenizin ruhu var içimizde. Hırçınlık değil bu, hayata karsı bir duruş biçimi. Başkaları anlamaz bunu. Anlatmaya çalışmak da nafile...
Bir de İstanbul var tabi güzelim Karadeniz'de tablonun alt köşesinde yer alan mahlası gibi. O fevkalade tablodaki en güzel ayrıntı. Yada koca tablonun en anlamlı fırça darbesi. İnci küpeli kadının inci küpesi. Devasa tablodaki armoniyi bozan "mi" sesi. Her derde devadır İstanbul. İsteyene arkadaş, isteyene sevgili. Bazen hastaların reçetesi, bazen şairlerin bir dizesi;
"Çocuğunu asma köprüde sallayan
Bir annedir İstanbul
Ki onun içi süt dolu
Biberonudur kız kulesi".
Ve ben, ne zaman görsem ilk Ankara tabelasını köprüyü geçtikten sonra; aşık olduğum kızın ben hiçbirşey söyleyemeden oradan gitmesi gibi bir hüzün kaplar içimi.
Ben umutluyum yine de. Istanbul'da bulacağımdan ruh eşimi. Belki İstanbul'da, belki stanbul uçağinda, belki de havaalanında...
MGK