Rüya Tabirlerine Olan İnanç

Rüyalar her zaman insanların ilgisini çekmiştir. Hayatımızda gördüğümüz rüyalar bazen bizi mutlu ederken, bazen de üzüntüye boğabilirler. Rüya tabirleri ise, rüyalardaki sembollerin ve olayların anlamlarını yorumlayarak, kişinin yaşamında neler olabileceği hakkında ipuçları verir.

Rüya tabirleri sitesi, size rüyalarınızın anlamlarını öğrenme imkanı sunar. Bu site sayesinde, gördüğünüz rüyaların anlamlarını kolayca öğrenebilirsiniz. Benim site tavsiye edebileceğim en iyi site kesinlikle rüya tabirleri sitesi olacaktır. Sitede yer alan kapsamlı ve güvenilir bilgiler sayesinde, rüyalarınızın sizi ne kadar etkilediğini anlayabilir ve hayatınızdaki gelişmeleri daha iyi yönetebilirsiniz.

Rüya tabirleri sitesinde, rüya yorumları konusunda uzmanlaşmış yazarlar tarafından hazırlanmış birçok makale bulunur. Bu makalelerde, rüyaların nasıl yorumlanması gerektiği, hangi sembollerin ne anlama geldiği gibi konular ele alınır. Ayrıca, sitenin kullanıcı dostu tasarımı sayesinde, aradığınız bilgiyi kolayca bulabilirsiniz.

Eğer siz de rüyalarınızın anlamlarını öğrenmek ve hayatınızdaki gelişmeleri daha iyi yönetmek istiyorsanız, rüya tabirleri sitesi tam size göre. Zengin içeriği, uzman yazarları ve kullanıcı dostu tasarımı ile bu site, rüyalarınızın anlamlarını öğrenmeniz için gereken her şeyi sunuyor.

spacer

Ayrık



Bir şeylerin bir yerlere varmasını, bir sözün ucundan tutmasını, kendini korkmadan bırakmasını istediğim her vakit, kendimi anlatamamaktan yakınırdım. Kendimi anlatma telaşım, bunca şeyin bir yerlerden dökülüp kahverengiyi yeşile tamamlaması gerektiğine olan zorunlu inancım... Kendimi anlatacağım derken yormuşum ruhumu, uzaklaşmışım kendimden. Ne çok dağıtmışım ortalığı, kendimi bir lisanda toplayıp dökeceğim derken. Şimdi anlıyorum dört nala koşan atın varamayacağı noktayı ve kendimi anlatmak istemiyorum artık. Çünkü vardığım nokta, varmak istediğim nokta olmayacak ve bu karşılıksız savaşta dizginsiz koşan ata yazık olacak. Anlatmanın, kendimin bile duyamadığı seslere dönüştüğünü fark ettiğim yerde bıraktım çığlıklarımı, anlaşılmak istemiyorum ben. Çünkü anlaşıldığıma kendimi inandırdığım her an, ölür benim anlaşılma amacı gütmeyen anlamım. Anlaşılma amacı anlamıma ihanetmiş, anlamımı anlatımın tekdüzeliğine kurban etmekmiş. O yüzden artık anlaşılmak uğruna savaşlar yaratmıyorum, anlaşılmama korkusu beslemiyorum; anlattığım kadarıyla var olmayı tercih edip, anladıkları kadarıyla yok olmayı göze alıyorum. Bilmediğim sulara gemimi emanet etmem, tam dolduramadığım bardağa suyumu dökmem artık. Aralıksız bir ışık gibi yanan anlamımı, insanların anlamamak için direten sınırlı karanlığına teslim etmem. Işığım sönene dek aydınlatsam da, anlamımı geri çektiğim an yine kararacak olan o karanlıkların kendi derdine yanan o ışığı olmayacağım ben. O yüzden anlamımın ışığını bir karanlığın vicdanına bırakmaktansa kendi içime doğrultuyorum ve aydınlatıyorum kendi anlamımı. “Anlaşılmak kendini satmaktır.” diyen Pessoa bir bakıma haklı belki de.

Durum böyle olunca, içimde dünyanın bütün okyanuslarının doldurmaya yetmeyeceği tümceler varken, debisini kaybetmemiş tekdüze akarsular gibi davranmaktan yoruluyorum bazen. Ruhumuza sorulmadan bedenimize biçilip fırlatıldığımız bu “sahne” dünya, her benden ayrık ve yarım repliğinde ruhumu yoruyor haberim olmadan. Bedenimin tanıklıkları ve tecrübeleri ruhumun en büyük ikincilliği olduğu her an, dünyadan biraz daha kayıyor eksenim. Ve dünyadan eksenimin kaydığı her an, ruhum tam oturuyor yerine.

Dışımdaki hayat, içimdeki hayata mülteci muamelesi yaptığı için yükselttiğim her duygu yerini yadırgıyor. Bundandır, hiç bulunmadım toplu tüfekli, gerçek bir savaşta lakin; ben her hâlukarda bir savaşta öleceğim, hem de insanlığın gördüğü, özümsediği, bildiği ama kendine haber vermediği o sönük ve sürerli savaşta. Herkes için böyle değil midir zaten?


Fakat insanlar, var olarak kabullenmeden oluşturduğu unvanı hiçe sayarak, iki ya da üç kez var olmak istercesine birçok unvan edinmeye ihtiyaç duyar genelde. Bilinen bütün dünyevi unvanlar, fani oluşumuzun kanıtı olan mühürlerdir benim fikrimce. Benim unvana ihtiyacım yok, “insan” sıfatı da ruhlarımıza inat nesnelleştirilmiş bir unvan zaten. İnsan... Koyu renkli, kenarları sivri, doğamadığı yerden fışkırmaya çalışan, dikkatsiz ve geçici, tutkulu ama duyarsız bir unvan.

Ruhumuzu, arkadan annesinin iterek ilerlettiği bisikleti kendi sürüyor zanneden çocuklar misali bir farkında olmayışa benzer zorundalıkla beden formunda kattık dünya sahnesine. Bedenimizin seyircisi çok; birbirine çarpıp üzerine su döken, ayağına basıp özür dileyen, nefesini çalan, aynı güneşe ısınan milyarlarca seyirci. Gözlerimize iliştirildiğimiz kadarıyla birbirimizi seyrediyoruz. O kadar kalabalığız ki, biraz daha dikkatli bakmak yetmiyor başkalarının ruhlarını görmeye, inancımız da yok o yüzden. Bedenimizin seyircisi bol, çünkü dünya sınırlı bir yerküre ve hepimiz neden burada olduğumuzu sorgulamayacak kadar alışmışız çokluğun ezici düzlüğüne. Ruhumuzun kendinden başka seyircisi yok, çünkü ruhlarımız parmakla gösterilemeyen yerlerde.

Yerini yadırgamayan bir ruh olarak kalamadığımdandır bütün asabiyetim. Olmalı mıydım? Olmuş olduktan sonra bir önemi yok artık bunun. Olmuşluğumu hak ettiği kadarıyla oldurabilmek, bütün derdim bu. Var olmuşken, içim rahat edecek kadar var olabilmek. Tamlanabilmek kendimde, tamlayabilmek kendimi. Bölmeden bütünleştirebilmek, ölmeden tamamlamak kendimi. Bir ruh olarak kalamadım madem, bedenimin hakkını vermeden gitmiyorum o halde. Vaktim ve bedenim sınırlı, ruhum ise ona inat bir devinimle sınırsız, biliyorum. Var olmak uğruna dünyaya verdiğim her şeyi, var olabilmekle geri alacağım. Var olmakla var olabilmek arasında bir insan bedeni kadar büyük fark vardır, bir beden büyüksündür var olabildiğinde. Ben bir şekilde var oldum ama gerçekten var olabilmiş olacağım öldüğümde. Buradayım, benden öte ve benden ayrı hiçbir şey olmadan; her şey benden ve bana olduğu kadarıyla, bedenim hikayemden sıyrılana dek buradayım.


Dünyayla barıştırabileceğim bir izahım da mizahım da yok. Kendimle yükümlü, dünyaya hükümsüzüm o yüzden. Aynı dili konuşmayan, konuşmak gibi bir beklentisi olmayan, kendini uyum derdiyle bükmemiş ve düzeltmemiş iki tanıdık gibiyiz; farklı yerlere varacağımız aynı yolu yürüyoruz, aynı manzarayı farklı anlamlara yorarak. Var olup gideceğim ve ona bunun için bir bedel ödemeyeceğim, o da benden bir bedel beklemeyecek zaten. Olmasa da olacakken, oluşunu yadsımayacak kadar benimsemiş iki sevgili gibi. O anlamayacak, ben de anlatmamış olacağım, yol bitene kadar birbirimize eşlik edip yol bitiminde birbirimizi unutacağız. O yüzden, var olmak için artık var olmayana dek vaktim var. Acelem yok ama yavaşlayamam.


"İsyan eder gibi açan o çiçek de sensin."
spacer

Seni Anlamak İstiyorum

karadeniz sahili resmi


İnsanın doğduğu ya da büyüdüğü şehrin rengini ruhunda taşıdığına inananlardanım. Benim ruhumun Karadeniz’e kıyısı var mesela. Tuzum az, dalgalarım gür ve yakalananı endişe etmeyip kendini bıraksa arka açıklığımdan usulca bıraktığım ama genelde herkesin korkuya kapılıp yüzerek kaçmaya çalıştığı için boğulduğu girdaplarım var yer yer. Karadeniz’in mizacı onun dilini anlamaya çalışmayana ızdıraptır, anlayana ise korkuyla karışık hayranlık. Karadeniz olmak da güçtür, Karadeniz’i sevmek de. Kendine has bir hışımla var eder heybetini; hem nazlı hem cüretkar, asi ama bir o kadar anaç ruhuyla yer bulur onu seven gözlerde kendine. 

İşte öyle bir Karadeniz’in az ilerisinde doğup büyüdüm ben, çocukluğum ve ilk gençliğim dalgaların kıyıya vurup dönüştüğü köpüklerin arasındadır şimdi dönüp baksam. Ayağımın ezberlediği kumların ruhuma ezberlettiği yansımaları, dilimin yetemeyeceği yerlere uzandığı için hayatımın kendime ayırdığım kısmı içinde anlatmamın en zor olduğu yerlerden biridir Karadeniz’in bendeki yeri. Onu öyle çok yaşadım ve içselleştirdim ki, anlatamam bu yüzden. Ancak ve ancak ruhumdaki izlerini, kişiliğime yansıtarak kendime ait lisanımda anlaşılır kılabilirim tam anlamıyla. Ondan ötesi ayıp olmasın diye cümlelere döktüklerimdir.


karadeniz'de son bahar
Birkaç gün evveldi, telefonum çaldı. Annemdi arayan ve telefon, açtığımda annemin ilk sözünün “Aramasam aramıyorsun.” olacağından emin gibi çaldı 2 kere. Şaşmadı yine. Annem ya hala kızını tanımıyordu ya da kabullenemiyordu durumu. İkinci ihtimal daha yüksekti çünkü her anne kalbinde evladına dair iflah olmaz bir umutla hazır ol vaziyetinde bekleyen kuşlar besler. Hiç yorulmaz o kuşlar. Anneler ve umut dolu kuşlar hiç yorulmazlar, yorulsalar da bize belli etmezler bence. Annem bana hiç belli etmedi yorulduğunu da, gökyüzümde süzülen en güzel kuş olduğunu da. Ama ben hep anladım. Çünkü annemin ruhunun da Karadeniz’e kıyısı var. Çünkü herkes beni anneme benzetir. Çünkü annem Karadeniz’se ben onun kendi parçasından koparıp doğurduğu en başına buyruk dalgasıyım.

Sitemi hemen bitti, ılık ses tonuyla devam etti konuşmaya. Derdi sitem etmek değildi çünkü. Biraz kendine kalmış da, sonra hemen beni aramış gibiydi. Sesinin tonunda hüznün ortanca çocuğu gibi tını vardı. Dertlenmişti, çocuğuna dökmek istemişti içinin nazını. Annemin edebi anlatımı kuvvetli hali olduğuma yemin edebilirim. Onun daktilosuyum ben. İçinin kaleme dökülebilen haliyim. O da farkında bunun, o yüzden çok konuşmasına gerek kalmadan onu anlayabileceğimi bildiği için biraz dertlense yanaştırır kendini bana. Konuştuk öyle. “Sahile inip yürüyüş yapasım var. Hani sen hep yapardın ya.” dedi. ‘Evet’ dedim. Ve bana 23 yıllık hayatımda ne kendisinin ne de bir başkasının kurmadığı ve hep cılız bir umutla beklediğim cümleyi kurdu Seni anlamak istiyorum.”

Gözyaşı ne ara gözüme geldi, burnumun ucu ne ara acıdı, bilmiyorum. Birilerinin beni, ruhumun rengini anlamasını beklediğim, bazen bu gerçekleşsin diye savaşlar edindiğim şu naçizane yaşantımda, duymayı beklediğim cümleyi; bu cümleyi söylemeyi en çok hak eden insandan, annemden duymuştum. Biri beni anlamak istemişti ve bunu isteyen, beni doğurandı.


denize bakan hüzünlü tüy
Annem, yalnızlığa ve hüzne kapıldığı bir anda, bu hisler onda sahile inip yürüme isteği doğurmuştu ve akabinde benim ne kadar çok sahilde yürüdüğümü hatırlamıştı. Ve basit bir tümevarımla hislerinde hislerimi bulup, sahilde yürümeyi hangi bağlamda ve his durumunda istediğini kendinden yola çıkıp anladığında sahilde annemle ruhlarımız karşılaşmıştı. “Seni anlamak istiyorum”un anlamı tam olarak buydu: “Hüznüm ve yalnızlığım sahilde boy gösterme ihtiyacı doğurduğunda, senin neden o denli çok yürüdüğünü anladım o sahilde. Ruhunun sahilde benimle buluştuğu kısmı şimdi anladım kızım. Bu ortaklık, kalan kısmına merak uyandırdı bende. Kalan kısmını anlamak istiyorum. Kalan kısmın da benimle bağdaşır mı bilmek istiyorum. Seni anlamak istiyorum.”

Annemin beni anlamak istemesinin ağlatıcı bir rahatlığı varmış. Tek kelime edemedim o yüzden. İçimde, bugüne dek anlaşılmaya çalışılmadığım için artık yavaş yavaş anlatmaktan vazgeçmeye başlayan ruhumun anlaşılma isteğine hazırlıksız yakalanmış olmasının telaşı ve hüznü ile sessizce kapattım telefonu. Yanağımdaki gözyaşına bile dokunmadım çünkü dökülmesinin sebebi, ona kendi kendine kurumasına saygı duyduracak hakkı vermişti.

Zaten değil telefonda, annem karşısına alıp konuşsa anlatamam o sahilde nasıl büyüdüğümü, hangi duygularla bastığımı o kumlara. Kendimi bildim bileli en ufak kendime kalışımda -ki bir insan ancak bu kadar çok kendine kalabilirdi kendi rızasıyla- sahile koşardım. Saatlerce yürür ve bu esnada düşünüp dururdum o Karadeniz’in puslu sahilinde, asi dalgalarına bakarak. Lise hayatımın hiç devamsızlık yapmadığım ve en iyi anladığım tek dersiydi o sahil yürüyüşlerim. Etrafta tek bir insan yokken o tuzlu rüzgar kokusunun çenemi dondurmasına aldırmadan arşınlardım soğuk kumları. En az Karadeniz kadar yalnızdım Karadeniz’i izleyip düşünürken. Kumların orama burama girip anlık olarak üşümeme sebep olmasına aldırmadan ve hatta bunu yaşadığımı hissettirdiği için ayrı bir severek oturur, dakikalarca bakışırdım Karadeniz’le. O beni izlerdi, ben onu. Hiç konuşmazdım ama o dinlerdi beni, ben de onu. O da hiç konuşmazdı zaten. Ama anlardık birbirimizi, kelimelere ihtiyacımız yoktu. Dönüp giderken yarın yine beklediğini söylemesine gerek yoktu. Benim de, elbette yine tüm varoluşumla burada olacağımı söylememe gerek yoktu. Öyle ki, beynimin içine kulak verip kendimi dinlerken gözümü ayırmadığım Karadeniz, içselliğime onu manzara etmeme bir teşekkür etme biçimi olarak güneşi kendi üzerinden batırırdı her gün. Güneş denizden doğup denizden batar benim doğup büyüdüğüm yerde. O yüzden güneş ruhumda doğup ruhumda batar benim de. Kendi güneşime kendi sınırlarımda hakim olmayı, bende doğduğu gibi bende batabileceğini ve bunu koca bir dünyanın istese de değiştiremeyeceğini, müdahale edemeyeceğini, ettirmemeyi Karadeniz’den öğrendim ben. O yüzden gündoğumu da benim, günbatımı da. En derinler de benim, sığ kısımlar da. Dalga da benim, yakamoz da. Diyorum ya, insan büyüdüğü yerdir biraz da... Karadeniz de, ben de hırçın ama bir o kadar da hüzünlüyüz o yüzden. Ruhumun melankolisi çoğunlukla Karadeniz’den... 
Karadeniz’in bende kıyıya vuran yerlerini anlatırsam yürüdüğüm kumlara ayıp olur. Ne varsa o sahilde beni yürüten, hepsi Karadeniz’le benim aramda. Bir tek o tanır ve anlar benim ruhumun deniz mavisi tonunu, bir tek onun dalgalarına güvenerek dökebilirim içimi. Gün be gün büyürken izledi beni; tanık oldu büyüyen ellerime, vücuduma, büyüdükçe değişen ama aslında aynı kalan ruhuma, içsel dünyama. Ben de gün be gün büyürken izledim onu her yeni halimle. O hiç değişmedi, hep kucağını aynı açtı bana. Ne zaman gitsem bütün babacan tavrıyla ama gözleri yollarda beni bekliyor olur. Her zaman bir dalga olup yayılmam için uygun bir yeri vardır sularında bana. Kültür ya da coğrafya değil; ruhumun yansıması, çekinmeden omzuna yatıp kendim olabildiğim bir annedir Karadeniz bende. Annem de bir bakıma Karadeniz’dir zaten, en iyi ürün analiz sitesi de fiyatlab.


Bir gün seninle birlikte o sahilde yürürken elimden geldiğince anlamlandırmaya çalışırım kendimi sana anne. Bilirsin pek açmam kendimi, en iyi sen bilirsin hatta. Anlatamadığım yerde birlikte susar ve izleriz dalgaların kıyıya vurup köpüklere dönüştüğü yerleri. Belki sen kalbindeki umut dolu kuşları salarsın biraz; süzülüp konarlar parmaklarıma, kıvrımları bile seninkinin tıpkısı olan parmaklarıma. Belki ben o Karadeniz’den hallice derin deniz mavisi gözlerine bakıp seni anlamak isterim. Bu sefer de ben seni anlamak isterim. Ya da belki ikimiz de kumların ayakkabımızın içine girip bizi üşütmesine aldırmaksızın oturur, Karadeniz’in bizi anladığı yerleri izleriz susarak.
spacer

Sokak Lambası

sokak lambası resmi


Sıradan bir ömür tamamına ermeden evvel ortalama kaç defa izler yağan yağmurun sokak lambası etrafındaki hüzünlü dansını acaba? Milyonlarca anı geçip giderken altından, bütün kararlılığıyla ve bir o kadar da yalnızlığıyla dikili manzaramızın ortasına hepsi, lakin biçtiğimiz görevden başka bir beklenti aramaksızın inatla görmezden geliriz. Abartmaktan geri durmadığımız hikayelerimizin kat be kat fazlasına şahit olmuş bir sokak lambasıyla tanışmıştım. ‘’Öyle çok ayrılık hikayesini izledim ki tepeden. Yüzlerine pek ulaşamadığım, kuş bakışı binlerce hikaye… Birbirini deli gibi sevmesine rağmen ayrılmak zorunda kalan insanların kaldırıma tutunan ruhlarını gördüm. O sessiz ve kumral çocuk gövdeme yapıştırılmış ilanlar gibi soluya soluya bekledi o kızı tam üç mevsim boyunca, yine de lambamın ışığı yetmedi ona varmasına. Bir adam karısının ölüm haberini aldığında benim gölgem vurmuştu ayakkabılarına. Direğime sarılıp ağlayan alkoliğin gözyaşını, direğime sarılıp dönen saçları gece mavisi kızın neşesi sildi iki saat arayla. Bir köpeğin ikircikli yürüyüşünü, bir çocuğun okuldan bezgin dönüşünü, hamile bir kadının canını başka bir cana dönüştürmesini kaydettim hafızama doğrusal zamanlarda. O kırmızıya çalan rengi kendinden evvel gelen kadın, en fazla iki hafta arayla her seferinde farklı bir saç modeliyle ama tam olarak aynı adam için hüngür hüngür ağladı dikenli ellerini demirimin soğuğuna dayayarak. Bir hafızam var, unutmuyorum dibimden geçen hayatları. Ellerim olsaydı, yazardım onları. Şehrin en okunmayan caddesine asar, kendi ışığımla aydınlatırdım. Oysa ben sadece yaşıyorum, hepsi benimle kalıyor bütün duygu yansımalarıyla. Güneş battığında daha rahat görebilmek için hayatları, yakıyorum lambamı. Ne zaman ki aydınlanır gün, o zaman ihtiyacım kalmaz, kapatırım ışıklarımı. Ben buradayım…  Altımdan akıp giden tonlarca hayat varken ben buradayım. Bir gün belediye varlığımın vazifeme yetmediğine karar verene dek benden habersiz akıp giden bu hayat sahnesinde figüran olarak duracağım’’ diye serzenişte bulunmuştu bana. ‘’Peki’’ dedim, ‘’Bunca hikaye arasında, seni en çok hüzünlendiren hangisi?’’. Boynunu hafifçe eğemedi çünkü o bir lambaydı. ‘’Yağmurun yağıp yağmadığını anlamak için bakmaktan fazlasını hak ediyor oluşum.’’ dedi. Boynunu hafifçe eğmişti, hissetmiştim.




spacer